Merhaba arkadaşlar, sanırsam bloğumda ilkkez alıntı yapıyorum 🙂
Kaynak = Müge Cerman
Yaşadığımız topraklarda olan bitenler; artan gerginlikler, haksızlıklar, felaketler; gri ve soğuk havanın da etkisiyle daha iç karartıcı oluyor. Bir arkadaşımın aldığı, Bütün Dünya dergisinin 1 ocak 2012 sayısına bakınırken, 73.sayfada sağ altta yer alan bir yazıya gözüm ilişti.
Hakimiyeti Milliye Gazetesi 8 mart 1929 tarihli bir yazının köşesinde Mareşal Gazi Mustafa Kemal imzalı bir bölüm vardı.
“Beni inkar edeceksiniz…Hatta büştanla (iftirayla) yad edeceksiniz. Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.”
Çok etkiledi beni bu satırlar, ne kadar ileri görüşlü, nasıl müthiş bir öndermiş derken, bir süre önce bana eski bir yazısını okutan değerli dost Poyraz Savcı ile konuştuklarımız ve o yazı geldi aklıma. Sizerle paylaşmanın tam sırası. Okuyun ve bir kez daha, hangi ülkede yaşadığınızı, aile büyüklerinizi, ne şartlarla başarılan ve bizlere tepside sunulan bu özgürlüğü nelere feda edebildiğinizi düşünün.
HAYBER’DE TÜRK OLMANIN VERDİĞİ GURUR
Atatürk karşıtı yazıları, yorumları, İnternet sitelerini ve eylemleri okuyup izledikçe, içimde bu büyük Adamın düşmanı olan aymazlara karşı uzun süredir yuvalanmış olan kızgınlık ve hırs doldukça doluyor ve patlamasından korkuyorum. Atatürk’ü bu denli yok sayma, genç nesilleri O’ndan tamamen uzaklaştırma çabaları artık ciddi birer kampanyaya dönüştü. Bu girişime ne yapıp edip engel olmak, bir borç olmaktan öte, hepimizin yaşam nedeni olmalıdır. Atatürk karşıtlarının eylemleri, düşünceleri, haince ve gaddarca saldırıları bana hep bundan 24 yıl öncesini, üstelik uygarlıktan hiçbir şekilde nasibini almamış, harita üzerinde toplu iğnenin ucuyla bile gösterilemeyecek ücra bir dünya köşesini anımsatıyor ve inanın abartmıyorum, her defasında gözlerim doluyor, tüylerim ürperiyor. Paylaşacağım bu olağanüstü konu, yeryüzündeki tüm Atatürk karşıtlarına, tabii işin önemini algılayabilenlere ithaf olunur…
Tarih kitaplarından bildiğimiz, Pakistan ile Afganistan’ı birbirinden son derece katı bir biçimde ayıran, Büyük İskender’in Hindistan’a geçmek için zorlandığı, geçtikten sonra da İndus ovasında telef olan ordusu yüzünden doğu seferine pes etmesine neden olan, İngilizlerin de Afganistan’a egemen olmalarını engelleyen, Karakurum Dağları’nın arasındaki o ünlü Hayber Geçidi’ne Pakistan’da görev yaptığım 4 yıl içersinde defalarca gitme olanağını buldum. İslamabad’daki Büyükelçilikte Basın Ataşesi olarak görevliyken, gelen kişisel ziyaretçilerimizle, basın mensubu dostlarımızla, İslamabad’daki arkadaşlarımızla bu ünlü geçitten geçip, Pakistan-Afganistan sınır kapısı olan Torkham’ı ziyaret ettik. Ancak, burada anlatacağım ne Hayber Geçidi’nin tarihçesi ve doğal yapısı, ne de Torkham adlı ufacık sınır köyündeki insanı hayrete düşüren sıra dışı yaşam biçimi. Hayber Geçidi’ne ulaşmak için içinden geçmek zorunda olduğunuz ve gerek Merkezi, gerekse Federal hükümetlerce “can güvenliğinizin” olmadığının büyük panolarda hatırlatıldığı “Aşiret Bölgesi”nde yaşadığımız ve bu satırları yazarken bile heyecanlanmama, ürpermeme neden olan ilginç bir anektodu paylaşmak istiyorum. Defalarca karayolundan geçtiğimiz Hayber Geçidi’ni bu kez Kraliçe Victoria devrinden kalma tarihi trenle geçerken yaşadığımız bir anektod. Herşeye rağmen, olayın tam olarak yansıtılması açısından, kısa da olsa Geçide, Aşiret Bölgesine ve söz konusu trenin özelliklerine biraz değinmek istiyorum.
Hayber, Karakurum Dağları’nın Peşaver Ovasına doğru uzanan, son derece sarp, çorak ve yüksek bölümünde yer alan bir geçit. Pakistan’ın 4 eyaletinden, kısaca NWFP olarak anılan Kuzeybatı Sınır Vilayeti’nin (North West Frontier Province) başkenti Peşaver ile Afganistan sınırında bulunan Torkham köyü, çok dar, müthiş virajlı ve aynı zamanda tehlikeli 70 kilometrelik bir karayolu ile bağlanıyor. Peşaver’den, Geçidin başladığı noktaya kadar kat edilen düz alan ise, devlet kontrolünün kesinlikle olmadığı, Eyalet Hükümeti ile bölgede yerleşik 16 aşiret arasındaki her türlü ilişkinin “Politik Ajan” adı verilen ve yine özellikle bu aşiretlerin en güçlü olanlarından tayin edilen kişilerce yürütüldüğü, afyon üretiminin çok yaygın ve eroine dönüştürme işleminin “motorize laboratuvarlarda” yapıldığı, her türlü, ama kelimenin tam anlamıyla “her türlü” silah üretim ve kaçakçılığının yapıldığı bir bölgedir. Aslında aşiret bölgesi, NWFP’den, güneyde Quetta’nın merkezi olduğu Belucistan’a kadar olan muazzam geniş bir alana yayılıyor. Peşaver kent sınırlarını terk edip aşiret bölgesine girerken, gerek karayolu üzerinde, gerekse tren hattı kenarında büyük ve çarpıcı tabelalar yer alıyor. Bunların üzerinde, yolculuk yapan yerli halk ve turistlerin net bir şekilde uyarıldıkları, Urduca, İngilizce, Almanca ve Fransızca yazılar bulunuyor. Tabelalarda kısaca; “Pakistan Federal Hükümeti ve NWFP Eyalet Hükümeti, bulunduğunuz karayolunun sağ ve solunda yer alan 50′şer metrelik bölgenin dışına çıkmanız halinde can ve mal güvenliğinizden kesin olarak sorumlu değildir” yazıyor. Bu bölgede çok sık aşiretler arası çatışmalara da rastlanıyor. Bir keresinde Peşaver’den güneye, bir Pakistanlı dostumuzun oğlunun yöresel düğün töreni için Quetta’ya giderken, içinden geçmek zorunda olduğumuz Darra adlı küçük bir köyde mola verdiğimizde böylesine bir olaya, çok küçük çaplı da olsa bir aşiret savaşına tanık olmuş, bir dükkanın içine sığınmıştık. Bu çatışmalarda kalaşnikof’lar ağırlıkta olmak üzere akla gelebilecek her türlü silah kullanılıyor.
Peşaver-Torkham seferini haftada 4 gün yapan tarihi tren ise toplam 6 vagondan oluşuyor ve vagonlarında herhangi bir sınıf farkı da bulunmuyor. Treni önden bir lokomotif çekerken, bir diğeri de arkadan itiyor. Bunun nedeni ise; Geçidin büyük bir bölümünde yolun uzunlamasına yükselerek zigzag çizimesi. Lokomotiflerden birisi her koşulda çekicilik görevi yapıyor. Trene Peşaver’de binenler belirli bir ücret ödüyor, ancak aşiret bölgesinden önceki son istasyon olan Jamrud’da tamamen aşiret halkı yolculara katılıyor ve hiçbir ücret ödemiyor. Tren Jamrud’dan hareket etmeden önce tüm kapıları zincirlerle kilitleniyor ve kalaşnikoflu toplam 25 “Tren Muhafızı” güvenliği sağlamak üzere vagonların stratejik noktalarında yerlerini alıyor.
Şimdi gelelim yaşam boyu unutamayacağım, duygu sellerinde boğulmama ve özbeöz Türk olup da 21′inci yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamakta olan Atatürk karşıtlarına ve düşmanlarına kızmama, hırslanmama ve sinirlenmeme neden olan olaya…
Hayber Geçidi’nin Ortasında “Atatürk Çığlıkları”
1982 yılının Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli bir Ağustos gününde, sabahın çok erken saatlerinde İslamabad’dan iki otomobille yola koyulduk. Öndeki otomobilde ben, eşim ve daha üç yaşındaki oğlumuz, arkadaki otomobilde ise Büyükelçiliğin Müstesarı ve eşi, İndus Nehrini geçerek Peşaver’e, saat 9′da hareket edecek olan Hayber Ekspresine gidiyorduk. İslamabad-Peşaver arasında “Grand Trunk Road” olarak bilinen ve rengarenk, dev gibi kamyonlarla tepeleme yolcu dolu otobüslerin ağırlıkta olduğu yolu kat edip Peşaver Gar’ına vardık. Otomobilleri park ettikten sonra, dönüşü yine aynı trenle yapmak istemediğimizden, bir taksi ile anlaştık ve bizi Afgan sınırındaki Torkham tren istasyonundan almasını söyleyerek, trendeki yerimizi aldık. Vagonun bir tarafında koridor, diğer tarafında da karşılıklı olarak oturulan ve bir sırada toplam 10 kişinin oturabildiği tahta banklar vardı. Cam kenarına, yöresel adetlere saygı nedeniyle başörtüsü takmış olan eşlerimiz yerleşti. Peşaver’den, Hayber Geçidi’ni kat ederek Torkham’a doğru 3 saat sürecek yolculuk için hareket ederken tren oldukça tenhaydı. Müsteşarın yanına orta yaşlı bir Peşaver’li, benim yanıma da genç bir Lahor’lu oturdu. Burada bir parantez açıp, çok önemli bir noktanın altını çizmem gerekiyor: “Pathan” adı verilen cesur, ilkelerine son derece bağlı ve savaşçı bir yapıları olan ve Afganistan’da da uzantıları bulunan yerel Eyalet halkı, başta Karaçi’nin merkezi olduğu Sind ile, Lahor’un merkez olduğu Pencap eyaletleri halkını hiç sevmez ve geçinemezler. Daha da kuzeye, Çin sınırına gittikçe bu durum daha da ciddileşir ve güneyde yaşayanlara “Pakistanlı” derler. Bir diğer önemli nokta ise, “Pathan”ların çok daha açık, beyaz bir tene sahip olmaları, Sind ve Pencap’lıların ise daha koyu olmaları, dolayısıyla belirgin bir farkla kimin nereden olduğunun kolayca anlaşılabilmesidir. Aşağıdaki bölümde, bu ayrıntıya girme nedenim daha iyi anlaşılacaktır.
Peşaver ile aşiret bölgesi girişi olan Jamrud istasyonu arasındaki yaklaşık 35 dakikalık yolculuk oldukça sakin ve yanımızda oturanlarla sohbet ederek geçti. Lahorlu dostumuz Türk olmamızdan çok, Amerika ve dünya politikaları hakkındaki düşüncelerimizle ilgileniyordu. Tren Jamrud istasyonunda durduğunda platformda inanılmaz bir yolcu kalabalığı ile karşılaştık. Vagonlar bir anda tıka basa dolmaya başladı. Sıra bizim oturduğumuz bölüme geldiğinde ise çok ilginç bir gelişme oldu. Yaşları 40-50 arasında değişen 5 kişi geldi ve Lahorluyu kelimenin tam anlamıyla terörize ederek oturduğu yerden kaçırdılar ve yanımıza yerleştiler. Yükünü fazlasıyla alan tren tekrar hareket ettiğinde biz de kendi aramızda konuşuyor, bir yandan vagonda değişen ortamı değerlendirirken, diğer yandan da güzergah üzerinde yer alan çeşitli aşiretlere ait, yüksek duvarlarla çevrili büyük yerleşimleri inceliyor ve fotoğraf çekiyorduk. Bir aşirete bağlı oldukları belli olan solumdaki gruptan bana en yakın oturan yolcu bir süre sonra, konuştuğumuz dil ve renklerimizden etkilenmiş olmalı ki sohbete başladı. Bir anda iletişim kurmanın çok zor olacağını anladım, çünkü yöresel dili kullandığı gibi, İngilizcesi de çok azdı. Çat pat birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışırken, cebinden çıkarttığı enfiye kutusu biçimindeki kutudan bana ve tam karşımda oturan Müsteşara ikramda bulundu. İkram ettiği, daha önce de çok karşılaştığımız, uyuşturucu etkisi fazla olan ve alt kıtada yaygın görülen bir ağaçtan elde edilen bir tozdu. Pakistan’ın hemen her yerinde “Pan” adını verdikleri, aynı ağacın yaprağına çeşitli baharatlar da katarak, üstelik ağaç kabuğunun sulandırılmış sıvısını da sürerek ağızlarında uzun bir süre çiğnedikten sonra, yere tükürdükleri bu keyif verici madde çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkeye ilk gittiğimde yollardaki öbek öbek kırmızı lekelerden oldukça etkilenmiş, durumu öğrenene kadar aklıma çok daha başka şeyler gelmişti. Teşekkür ederek ikramı kabul etmedik. Sessiz iletişimle geçen bir süre sonra solumda oturan yol arkadaşımız, cebinden çıkarttığı bir başka kutudaki tütünü kağıda sardı ve içine, kırdığı esrar parçalarını koyup yaktı, ilk nefesi çekerek bana uzattı. Benim nazikçe teşekkür ederek reddetmem üzerine bu kez Müsteşara ikramda bulundu ve onun da reddetmesi üzerine aralarında hararetli bir değerlendirmeye giriştiler. Konuşulanlar arasında yakalayabildiğim bazı tümceler; Amerikalı, Alman, İngiliz, İranlı idi. Kısaca, bizim hangi ülkeden olduğumuz tartışılıyordu. Solumdaki dostumuz, aralarındaki tartışmayı bir başka ikram girişimiyle çözmeye karar vermişti. Bu kez ikram ettiği ise, yanındaki arkadaşından aldığı kutu içindeki ham afyondu. Yolculuk 2 saat yerine 12 saat olsaydı, eminim yeryüzündeki her tür uyuşturucu ile tanışabilirdik. Bu son ikramı da reddedince, bu kez karşı çaprazımda, Müsteşarın sağında oturan yaşlıca yolcu, bozuk İngilizcesi ile “Amerikalı mısınız?” dedi. Hemen ardından da peş peşe sormaya başladı: Alman, Fransız, İranlı ve son olarak da Yunanlı. Hepsine olumsuz yanıtı alan dostumuz, “Peki siz hangi ülkedensiniz ki tüm ikramları reddediyorsunuz böyle?” diye sordu. Herhalde daha önce yolculuk yaptıkları yabancılar ikram edilen maddeleri fazlasıyla kabul ediyorlardı diye düşündüm ve “Türküz, Türkiye’deniz” dedim. 50-55 yaşlarında olduğunu sandığım kişi gözünü benden ayırmadan; “Siz Türk müsünüz gerçekten?” dedi ve evet yanıtıyla birlikte ayağa kalktı. Yüksek bir sesle, yaklaşık 100-130 kişi olduğunu tahmin ettiğim tüm vagonun duyacağı bir tonla ve yerel dille; “Bunlar Türk, Atatürk’ün çocukları” dedi ve önce Müsteşara, sonra da bana sarılarak kucakladı, öpmeye başladı. Yaşamakta olduğum durumun hassasiyeti ve içine bilinçsizce düştüğüm duygu selinden olsa gerek, bir başka gelişmeyi fark etmem uzun sürdü. Vagonda bulunan ve yaşları 45’in üzerinde olan ne kadar erkek varsa olduğumuz yere geliyor ve önce “Atatürk” ve sonra da “Türk” çığlıklarıyla bizleri kucaklıyordu. Bir ara Müsteşarla göz göze geldik ve hemen bakışlarımız kilitlendi, çünkü ikimiz de gözyaşı seline boğulmuştuk. Gözyaşlarımız bir üzüntü, acı veya istenmeyen bir durum nedeniyle akmıyordu doğal olarak. Müthiş bir gurur, olağanüstü bir duygu tüm benliğimizi kaplamıştı. Eşlerimizin durumu da bizden farklı değildi, hüngür hüngür ağlıyorlardı.
Karşımdaki adam cebinden çıkardığı bir bezle yanaklarımdan akmakta olan yaşları siliyor ve bana İngilizce olarak şunu söylüyordu: “Siz Türkler dünyanın en şanslı, en gururlu insanlarısınız. Atatürk sizlere öyle bir ülke bıraktı ki, o ülkenin bir ferdi olmak için neyim varsa feda ederdim. En önemli ve göğsünüzü gererek tüm dünyaya haykırmanız gereken özelliğiniz de ‘Bağımsızlığınız’. Atatürk çocukları olarak sizi bağrıma basmaktan büyük bir onur duyuyorum, ne mutlu size”…
İşte bu son cümle tüm benliğime öylesine işledi ki, 1982 yılının, Muson yağmurları sonrası müthiş sıcak ve rutubetli o Ağustos gününde çılgınca zamanın durmasını istedim…